Kerkük’te Komşularımızdan Öğrendiğim Türkmence

KERKÜK’TE KOMŞULARIMIZDAN ÖĞRENDİĞİM TÜRKMENCE

Önder SAATÇİ

 Komşuluk hukuku belki de İslam dinin en önemli yapı taşlarından biri.  Ne de olsa insanoğlu anne babasından uzakta olabilir. Hiçbir akrabasının bulunmadığı bir yerde oturabilir. Hele gurbette olursa bütün yakınlarından uzağa düşmüş olur. Ancak nerede oturursa otursun komşulara sahip olabilir.  Yalnız, komşunun da iyisi lazım. Ne demişler, “Kötü komşu insanı ev sahibi yapar.”.

Çocukluğumun geçtiği Kerkük’ün Yeni Tisin Mahallesi’nde de etrafımız nice komşularla doluydu. Komşuluğun ne olduğunu onlar öğretti bana dersem yeridir. Ahmet amcaların bizim evin çaprazındaydı. Eşi Pakize Hanım’a Kerkük ağzıyla ‘ete (hala) derdik. Kardeşim Oral ellerinde büyümüştür.  Bazen onlarda yemeğe kalır, orada saatlerce oynar eğlenir ve neden sonra eve gelirdi. Bazen de annem, kardeşimi onlara bırakır ve beni de alıp çarşıya götürürdü. Kısacası, Kardeşim Oral’ın bir evi de Ahmet amcagilin eviydi. Annem bir gün kardeşime, git ‘eteye söyle biraz “yarpız” versin, demiş; kardeşim de “karpız” anlamış. Biraz sonra Pakize ‘ete, yanına kardeşimi de alarak, elinde bir dolu tabak dilimlenmiş karpuzla kapıya geldi… Kerkük’te bu türlü yanlış anlamalara “kozı toz aynamah” (Kozu toz anlamak) derler.

Pakize ‘ete dört çocuk yetiştirmiş bir Türkmen kadınıydı. O, bize böylesine iyi bir komşu olmakla beraber, bana da Türkmencemizden bazı kelimeleri öğretmiş oldu. Mesela, Kerkük’te “renk” anlamında “tühür” kelimesi kullanılır. O ise bu kelimeye “tehir” derdi. Hatta, ilk hecedeki sesli harfi biraz uzatırdı. Kelimenin bu telaffuz biçimin ondan başka kimsede duymuş değilim. Bu gibi farklı telaffuzlara dilciler “kişi ağzı” demekteler. Aslında bir kişinin şahsi tasarrufuyla oluşan bu gibi örnekler belki de dilin zenginlik kaynaklarından biri sayılabilir. Pakize ‘eteden duyduğum diğer bir kelime ise “kum” idi. Yalnız ondan öğrendiğim “kum” bildiğiniz yapı malzemesi olan kum değildi. O bu kelimeyi “döküm” anlamında kullanırdı. Ne zaman evlerindeki makası elime alsam onun “kum” olduğunu, düşerse kırılacağını söylerdi.

Kerkük’te “konşı aşı” denen bir âdet vardı.  Hem komşuluk yalnızca aynı sokaktaki evlerle de sınırlı değildi. Bir arka sokaktaki evle aramızda yalnızca bir bahçe duvarı vardı. Arka sokak komşumuz Fahrettin amcanın hanımı da arada bir bahçeye çıkar, “Önder nenesi” diye seslenir ve o gün pişirmiş olduğu yemekten bir tabağı duvar üstüne yerleştirir. Annem de, yüzünü görmese bile onun hâl hatırını sorar ve bu kısa konuşmadan sonra tabağı duvardan alıp eve gelirdi. Bir müddet sonra da kendisi aynı tabağa bir şeyler koyup aynı yoldan gönderirdi.

 En çok girip çıktığım, çocuklarıyla oyun oynadığım komşumuz ise Tisinliler idi. Evin hanımının ismi galiba Besime idi. Besime teyze ne zaman damdaki tandırlarında ev ekmeği pişirse mutlaka bize de gönderirdi. O ekmeklerin tadı bugün dahi damağımdadır. Bir gün kendi yapmış olduğum “tirkaman”ımla (ok ve yay) oynarken bana ve kızı Zehra’ya bu kelimenin açılımını öğretti. Meğerse, tir “ok”, keman da “yay” demekmiş. Tabi bu kelimelerin aslının Farsça olduğunu çok sonraları öğrendim; ama Besime teyze benim ilk dil öğretmenlerimden biri oldu.

Komşu değildik kendileriyle; ama okulumuz evimize çok yakın olduğundan, öğretmenlerimizi de komşular arasına katabiliriz. Tisin İlkokulunun İngilizce öğretmeni Hasan Ali İbrahim idi. Kendisi “en iyi”, “en çok” derken nedense “an iyi”, “an çoh” derdi. Bu telaffuz biçimini de ondan başka kimsede duymazdım.  Son günlerde eski Uygur Türkçesi ile ilgili bir yayında bu telaffuz biçimiyle karşılaştım. Demek ki Hasan Hocamız Uygur atalarından kalan bir telaffuz biçimini kendi şahsi ağzında taşıyormuş da haberimiz yokmuş.

Aynı sokakta oturmasak da semtimizin diğer yakası diyebileceğimiz, beş dakikalık yürüme mesafesinde Adeviye halamlar otururdu. Halam da bana Kerkük ağzındaki bazı kelimelerin ilk öğreticisi olmuştur. Öyle ki ben o yaşta, belki çocuklardan ve yakın çevremden öyle duyduğumdan, bisiklete “peskil” derken halam “payiskil” derdi. Onun bu telaffuzuna içten içe gülerdim. Yıllar sonra bu kelimeyi Habib Hürmüzlü ağabeyimizin Irak Türkmen Türkçesi Sözlüğü’nde gördüğümde, eski Kerküklülerin, İngilizceden aldıkları bu kelimeyi dilimize öylece mal ettiklerini anladım. Bu arada, Halamın eşi, Enver eniştemden de kendisine has bazı sözler duymuş ve hafızama not etmişim. Mesela eniştem, evlerinde beraberce yemek yediğimizde kızı Şenel’i ve beni hızlıca yemeklerimizi yememiz için teşvik eder ve “koşma” yapın diyerek yarıştırırdı.  “Koşma” kelimesinin bu anlamını da nice seneler sonra Habib Hürmüzlü’nün sözlüğünde bulmuş ve Kerkük ağzının zenginliklerinin, her bir ferdin şahsi konuşmasında nasıl saklı olduğunu yıllar geçtikten sonra anlamıştım. Bu arada, Enver eniştem bana bir Kerkük deyimi de öğretmişti. Bir gün, kendisine tanıdıklardan birinin saatini, tamir etmesi için götürdüğümde, saatin çok eski olduğunu görmüş ve o saatin ”Bin dokuz yüz sıfırdan kalma” olduğunu söylemiş ben de bu deyimi ilk ondan duyarak hafızama kaydetmiştim.

Komşumuz olmasa da komşu kapısı gibi sık sık ziyaret ettiğimiz bir hane de Nurettin Mecit Bey’in eviydi. Nurettin amcanın hanımı Lamia ve baldızı Zahide Hanımlar aynı evde otururlardı. Şimdi nasıldır bilmem ama o zamanlar Kerkük’te baldızlar, görümceler, kardeşler, bir çatı altında geniş bir aile hayatı yaşarlar ve huzur dolu bir ömür geçirirlerdi. Bir gün evimizin telefonu çaldı ve açtığımda Zahide teyzenin sesini duydum; o da bana “Nenevi çığır.” dedi. Ben “çığır” telaffuzunu o zamana kadar hiç duymamıştım. Yıllar yıllar sonra yine Habib Hürmüzlü’nün sözlüğü imdadıma yetişti ve Kerküklülerin “çağır” dedikleri gibi “çığır” dediklerini de öğrenmiş ve dilimizin bir zenginliğini daha keşfetmiş oldum.  Bu arada,  Zahide teyze sünnetimizden önce annemle konuşurken  “def  ‘elem” yapıp yapmayacağımızı sormuş ve bu sözü de ilk ondan öğrenmiştim. Gerçi Kerkük’te geçen çocukluk yıllarımda def ‘elemli bir sünnet düğününe hiç şahit olmadım. Belki o yıllarda (70’lerde) o gelenek artık tarihe karışmıştı, kim bilir.

Şimdi o günler çok gerilerde kaldı. Burada adını andığım bütün o eski komşular da rahmet-i Rahman’a kavuştu. Ama biz 1980’de Kerkük’ten ayrıldıktan sonra yürekleri sevgi dolu o insancıkların evleri ellerinden alınıp on binliklere verildi. Sonra İran Savaşı’nı gördüler. Arkasından ABD’nin Irak’a müdahalesi ve boykotun getirdiği kıtlıkları tattılar. O güzel insanlar bu dünyadan göçüp gittiler; fakat bana komşuluğun gerçek anlamını ve en tatlı, en unutulmaz hatıraları bıraktılar.

Allah hepsinin mekânlarını cennet eylesin.