Varlığımızın Tehlikede Olduğunun Farkında mıyız?

Varlığımızın Tehlikede Olduğunun Farkındamıyız?

 Fevzi Türker

 Osmanlıdan sonra 1921’de kurulan uyduruk Irak devletinin kraliyet ve cumhuriyet dönemlerinde gerçekleştirilen tüm nüfus sayımlarında,1957’i nüfus sayımı hariç, Türkmenlerin nüfusu çeşitli siyasi kaygılardan dolayı hep gizli tutulmuş veya çok düşük gösterilmiştir. 1957 sayımında Irak’ın genel nüfusu 6.280.000, Türkmenlerin ise 567.000 olarak açıklanmıştır. Ancak bugün Irak’ta doğal nüfus artışı %3.5-4 ve genel nüfusu da 40 milyon olduğuna göre Türkmenlerin nüfusu 2.5-3.5 milyondan az değildir.

Türkmenlerin dışlanmalarının, hor görülmelerinin ve bir bakanlık için yalvarma durumuna gelmelerinin onlarca nedeni vardır. Bu nedenlerin bazıları şöyle, yüz yıldır şanlı tarihimize yakışır siyaset ve milli meselelerden uzak kalıp varlığımızın, toprağımızın ve dilimizin geleceğini düşünmemek, caydırıcı gücümüzün olmaması ile birlikte anavatan Türkiye’nin başından beri Irak ile ilgili ciddi bir politikasının bulunmaması, dolayısıyla Türkmenlerin acılarına, maruz kaldıkları katliamlara sürekli göz yumması gelmektedir.

Arapların Türk düşmanlığı Osmanlının çöküşünden sonra da devam etmiştir ve birkaç yüz yıl daha devam edeceğe benziyor. Osmanlıdan intikam alma güdüsü, Irak yöneticilerinin Türkmenlere karşı yürüttükleri düşmanca tavır, ayrımcılık ve ötekileştirme uygulamalarının başlıca nedenlerinden birisidir. Araplardan güler yüz ve ilgi beklenemez. Bu konuda çuvaldızı kendimize iğneyi başkasına batırmamız gerekir. Türkmenler, özbeöz Türk olmalarına rağmen, Osmanlıdan da ne güler yüz ve ilgi görmemişlerdir.

Osmanlı, devlet yönetiminde genelde Türk ırkından olmayanları tercih ettiği için paşalık mertebesini Türkmenlerden esirgemiştir. Örneğin küçük bir Kürt kasabası olan Süleymaniye’den çok sayıda Kürt, paşa olarak Osmanlı devletinde yüksek görevlere getirilmişlerdir. Kerkük’teki Kürtlere ait tekkeler bile devlet tarafından kurulduğu bilinmektedir. Hatta bazı bölgelerde Türkmenlerin tarım arazileri ellerinden alınarak asayişi sağlamak gerekçesiyle Kürt haydutlara dağıtıldığı da bilinen acı gerçeklerdendir. Osmanlı devleti, Kavmi necip dediği Araplara, sadık tebaa dediği Ermenilere, ;İspanyada yok olmaktan kurtardığı Yahudilere ve Kürtlere gösterdiği ilgiyi, şefkati neden Türkün özü olan soydaşlarından esirgemiştir? Bu durumun, sosyologlar ve tarihçiler tarafından araştırılması gerekmektedir.

Irak hükümetinin 1931’de çıkardığı bir kanunla Türkmenlere bazı haklar tanınmıştır, bu kanunun ön gördüğü hakların dışında Türkmenlere başka hiçbir siyasi veya kültürel hak verilmemiştir. Buna göre Kifri ilçesi ile diğer Türkmen bölgeleri mahkemelerinde resmi dilin Türkçe olacağını kabul etmiştir. Türkmenlerin tepkisini çekmeden de 1937’de yürürlükten kaldırılmıştır. Bu kanuna benzer başka bir kararla 1971’de Türkmenlere tanınan Türkmence eğitim hakkı bir yıl sonra geri alınmıştır

Mahkemelerde Türkçe konuşma hakkıyla ilgili 1931’de çıkarılan ve 1937’de yürürlükten kaldırılan kanundan hemen sonra, Kerkük iline yönelik Araplaştırma politikalarının ilk adımı atılmıştır. Türkmenlerin tepkisini ve ilgisini çekmeyen bu tehlikeli adımla, diğer illerden getirilen Arapların yerleştirildiği Havice ilçesi kurulmuştur. Bu tehlikeli Araplaştırma adımı öyle tepkisiz kalmıştır ki sanki Türkmenlere karşı atılmış bir adım değil de başkalarına karşı atılmıştır. Halk olarak bu ve benzeri tepkisizliğimizin bedelini bugün çok ağır ödemekteyiz.

1968’de başlayıp 2003’te ABD’nin Irak’ı işgaliyle sona eren Baas rejimi dönemi, Türkmenlerin son yüz yılda yaşadıkları en karanlık ve baskıcı dönemdir. Bu dönemde Türkmen bölgelerinin asimile edilerek Araplaştırıldığı, yüzlerce Türkmenin idam edildiği ve binlerce askerimizin 1980’de başlayıp 1988’de sona eren 8 senelik kanlı İran-Irak savaşının ön saflarında şehit olduğu bir dönemdir. Kuveyt’in işgaliyle 1990’da Irak’a uygulanan ve yaklaşık 13 yıl devam eden ekonomik ambargodan dolayı zaten zayıf olan Türkmenlerin ekonomik durumları, yaşam standartları ve sosyal yapılarında büyük tahribatlar yaratarak derin yaralar açmıştır. Bu dönemde yasal olmayan yollardan zengin olan Kürtler, milli şuursuzluğumuzdan yararlanarak, Kerkük ve diğer Türkmen bölgelerindeki ticareti büyük ölçüde ellerindeki para gücüyle ele geçirebilmişlerdir.

Kimseye duyuramadığımız en korkunç katliam, 20 Mart 1991’de Altunköprü kasabasında yaşanmıştır. Saddam ordusunun askerleri, güneyde ve kuzeyde rejime karşı düzenlenen ayaklanmaya katıldıkları gerekçesiyle 110 masum Türkmen genci, Altunköprü’deki evlerinden alarak yakın bir alanda kurşuna dizerek çukurlara gömmüşlerdi. Bu korkunç katliamın üzerinden 31 yıl geçmesine rağmen her zulümde ve haksızlıkta olduğu gibi bu katliamı da bırakın dünya kamuoyuna duyurmayı Irak halkına bile tam olarak duyuramadık.2003’ten sonra Saddam Hüseyin yargılanırken bu korkunç katliamla ilgili binlerce hukukçuya sahipken suç duyurusunda bulunmak kimsenin aklından geçmemiştir.

Ağlamayan bebeğin karnı toktur diye anası bile emzirmek istemez. Varlığımızın Irak’ta yok edilmek istendiğine ve fiilen tehlikeye girmesine rağmen,  hala, mücadele etmeden Türkiye’nin gelip bizi kurtarmasını beklemekteyiz. Türk’tür, Türk kalacak dediğimiz Kerkük’te bile Süryanilerden sonra anılmamıza rağmen hak verilmez alınır ilkesini hala öğrenememekte direniyoruz.

Kürdistan Yurtseverler Birliği Partisi lideri ve Irak eski cumhurbaşkanı Celal Talabani 1996’da Erbil’de yaptığı bir konuşmada: ”Kürtlerin bu duruma gelmesinde Türkiye’nin rolü %60’tır, Türkiye’ye müteşekkiriz.” dedi. Talabani, bu gerçeği belki de Türkmenler üzülsünler diye açıklamıştır. Sağ olsun anavatan, Türkmenlere yapılan zulümlere karşı gözünü yumarak sesini çıkarmazken ve soydaşlarına gramla verirken, ekonomilerini düşünerek Kürt partilere yüzlerce milyon dolar yardım yapmış ve devletlerini kurabilsinler diye çevik güç kanalıyla askeri destek de vermiş. Anavatan Türkiye, Kürt partilere vermiş olduğu yardımın binde biriyle Türkmenleri hem korumuş hem de kalkındırmış olabilirdi.

Türkmenler olarak bu acı gerçekleri göz önünde bulundurup yıllardır yanlış yolda yürüdüğümüzün farkına vararak tehlikede olan varlığımızı kurtarabilmek için mücadele yolunu seçmeliyiz. Yok olmayı ve bu coğrafyadan silinmeyi istemiyorsak, kendi yağımızda kavrularak gerçekçi ve milliyetçi bir mücadeleyi hemen başlatabilirsek, varlığımızı koruyabileceğimiz gibi her zerre toprağını kutsal bildiğimiz anavatan Türkiye’yi de yanımızda görebiliriz.

1925-1970 yılları arasında Irak’ta 5 anayasa hazırlandı ve yürürlüğe konuldu (1925, 1958 geçici anayasası, 1960, 1964, 1970). 1990’da da bir anayasa hazırlandı. Bu anayasaların hiçbiri Türkmenlerin varlığına, haklarına ve karşı karşıya oldukları sorunlara değinmedi. Sadece 1970’de yürürlüğe giren anayasanın bir maddesi azınlıkların meşru haklarına değindi, ancak söz konusu hakların ne olduğuna dair herhangi bir açıklık getirilmedi. Yürürlükte olan 2005 anayasasında ise tanınan bazı cılız hakların Türkmenlere yarar sağlamadığı bilinmektedir. Türkmenler haklarını ancak silkinerek mücadele ederlerse anayasal güvence altına alabilirle. Aksi takdirde yok sayılmaları sürecektir.

Irak Türkmen Cephesinin, Türkmen siyasi partilerinin, Türkmen sivil toplum kuruluşlarının ve Türkmen kamuoyunun ivedilikle 140. Maddenin üzerinde durmaları gerekir. Irak Federal mahkemesinin geçenlerde, geçerliliği 2007’de sona eren140. yürürlükte kalmasına karar vermiştir. Bu maddenin uygulanması Türkmenler için ölüm fermanı olur, Çünkü söz konusu maddenin hedefi Türkmenleri yok sayarak, tarihi ana vatanlarını tartışmalı ve sözde Kürdistan’dan koparılmış bölgeler olarak, Kürt bölgesine ilhak etmektir.

Türkmenler olarak tabi ki şanlı tarihimizle gurur duymalıyız. Ancak tarihimizle gurur duymamız, kutsal bir hak arama mücadelesi yürütmemizi gerektirmektedir. Devletler kurup koruduğumuz Irak’ta bugün ne kadirşinaslık var ne vefa ne de adalet. Bütünlüğünü savunduğumuz Irak’ta, tehlikede olan Türklüğümüzü koruyamazsak, tarihin laneti halk olarak peşimizi bırakmayacaktır.

Türkmenlerin dinleri ve mezhepleri hiç bir zaman tehlikede olmamıştır. Tehlikeyle karşı karşıya olan şey Türkmenlerin dilleridir. Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi’nin, Türklükle ilgili sözlerini baş tacı yapmalıyız. Yesevi hazretleri, ”’din ve mezhep seçimdir, Türklük ise kaderdir” demiştir, biz de kaderimiz olan Türklüğümüzü her şeyin üstünde tutarak mücadele edebilirsek, milli varlığımızı hem korur hem de söz sahibi olabiliriz. Türklüğümüzü korumak zorundayız. Koruyamazsak her şeyimizi kaybederiz.

Irak’ın üçüncü büyük çoğunluğu olduğumuzu söylüyoruz, ama geçen yıl kara harp okuluna kabul edilen 700 öğrenci arasında tek bir Türkmen öğrenci yoktu. Bir süre önce Bağdat’ta düzenlenen yüksek seviyeli bir toplantıda Irak’taki siyasi gelişmeler ile anayasanın geçerliliği sona ermiş 140. maddesinin tartışıldığı öğrenilmiştir. Ancak toplantıya Irak Türkmen Cephesi’nden kimse davet edilmemiştir. 25 Ekim’de de kurulan yeni hükümette, Türkmenlere yer verilmemiştir. Bu olumsuz gelişmeler açıkça Türkmenlerin yok sayıldığını göstermektedir.

Türkmenler, yaşadıkları bu kötü durumda iken, Bir değil bakanlıkların hepsi verilse bile sorunları Çözülemez. Türkmenlerin sorunları verilecek bakanlıkla değil, halk olarak silkinip mücadele ederek çözülür, kaldı ki daha önce atanan Türkmen bakanlar, Türkmenlere ve Türkmen bölgelerine hizmetleri olmamıştır. Onlar Türkmenlerden çok mensup oldukları Şii veya Sünni Arap grupları temsil etmişlerdir.

Şu an İzlenmekte olan başarısız siyasi yöntemler bırakılmadıkça,  silkinip kendimize gelmedikçe, yağımızda kavrulmadıkça, Türkmenleri yüceltebilen köklü siyasi bir harekete kısa sürede kavuşmadıkça, gelecek seçimlerde parlamentoya18-20 milletvekili göndermedikçe, bugün Türkmenleri yok sayarak dışlamaya çalışanların ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Unutulmamalıdır ki, Irak gibi bir ülkede geçerli olan akçe, kültürlü, barışsever, tarihi geçmişe sahip ve uygar olmak değil, güçlü siyaset ile caydırıcı güce sahip olmakmış. Türkmenler olarak kötü durumda olduğumuzun farkında olup ona göre hareket etmeliyiz. Varlığımız, tarihimiz ve Türklüğümüz şu an tehlikededir. Mücadeleci hareket ile caydırıcı bir güce sahip olmamız gerekiyor. Şanlı tarihimize yakışır güçlü siyasi bir hareket ile caydırıcı bir güce kısa bir sürede sahip olmamızın zamanı gelmiştir ve geçmektedir.

O1.12.2022