Yerlere ve göklere yemin olsun ki, Şuşa bizimdir!

Yerlere ve göklere yemin olsun ki, Şuşa bizimdir!

Oktay Hacımusalı

Gidiyoruz. Saatler sabahın dört bucuğu… Ziyaret edeceğimiz yerin adı Şuşa ya, uyumuşuz, ya da uyumamışız geceyi hiç önemli değil. Bana sorarsanız geceyi kalkış noktamızın bir alt sokağında bulunan bir bankta oturarak geçirdim. Uyku girmedi gözüme.
Şuşa bizim için hasretin adı, yıllardır hançer misali içimize işlemiş özlemin adı. Canımızı yaktı yıllarca. Azerbaycan Cumhuriyeti Diasporadan Sorumlu Devlet Komitesi’nin ikinci kez düzenlediği Şuşa ziyaretine katılmak üzere otobüslere binerken bile karmaşık duygular içindeydik. Hayallerimizdeki gibi yine Şuşa’nın dağlarının başı duman mıydı?! Çeşmelerinden akan suları yine buz gibi miydi? Nasıldı, nelere mal olmuştu bu savaş ona?! Neler görmüştü, neler geçirmişti, değişmiş miydi, yoksa eski film karelerinde gördüğümüz gibi miydi her şey?!
Evet, bizim için Şuşa denen efsanenin üzeri yaklaşık otuz sene kapkara bulutlarla kaplıydı.
Bizim için Şuşa’da hayat 8 Kasım 2020 tarihinden bu yana başlıyordu.
Bizim için Şuşa onun özgürlüğünü göremeden ebediyete intikal etmiş şair Dr.Osman Baş’ın Harı bülbül şiiriydi.
Bizim için Şuşa onun özgür olması adına bir destan yazan Muzaffer Ali Baş Komutan, Azerbaycan Cumhurbaşkanı sayın İlham Aliyev’in Cıdır düzünde yaktığı Nevruz ateşiydi.
Bizim için Şuşa onun özgürlüğe kavuşması için surlara tırmanan, Ermenileri boğarak öldüren, şehadet mertebesine ulaşan kahraman yiğitlerimizin bu şehrin masmavi semalarını huzura boğan ruhlarıydı.
Bizim için Şuşa Erdebil’den başlayıp Derbent’te biten kutsal, sonsuzluğa birer pencere misali açılan Vatan toprağının manevi merkeziydi.
Bizim için Şuşa işgalden kurtarıldıktan sonra dünyaya nasıl büyük, tüm dinlere ve halklara saygılı olduğumuzu anlatan Harı Bülbül Müzik Festivali’nde Rusuyla, Talışıyşla, Lezgisiyle, Avarıyla, Tatıyla, Udisiyle, Yahudisiyle hep beraber ”Azerbaycan” diye haykırmamızdı.
Bize göre Şuşa masmavi gökyüzüyle, kırmızı lalelerle yemyeşil ovalarıyla üç renkli Vatan toprağının simgesiydi.
İşte bşz o BİZİM olan Şuşa’ya ziyaret etmek için yollardayım şuan. Havasını soluklamak, özgürlüğün tadını çıkaran Şuşamızın bu haline tanık olmak, gözlerinden akan o sevinç dolu göz yaşlarını silmek ve nemli gözlerinden öpmek için yollardayız. Biliyorum, onun gözlerinden akan gözyaşlarını dindirmek adına devletimiz, sayın Cumhurbaşkanımız, devlet erkanımız, her zaman tarihimize, kimliğimize, değerlerimize sahip çıkan Haydar Aliyev Vakfı, Vakfın başkanı sayın Mihriban Aliyeva hummalı bir çalışma içindeler. Biliyorum yapılan her faaliyet onun eşsiz güzelliğini tekrardan kendisine geri kazandırma, onu adeta bir Cennet’e dönüştürme adına yapılıyor ve Şuşa için, işgalden tüm topraklarımız bu ilgiye ve alakaya layıklar. İşte bu yapılan çalışmaları kendi gözlerimle görmek ve geldikten sonra okurlar için yazıya dökmek için yollara düştüğümde aslında önceden göreceğim gerçeklere kendimi hazırlamıştım. Yerle bir olmuş, yıllardır insan yaşamadığı her halinden belli olan evler, köyler, kasabalar, şehirlerden geçerek Şuşa’ya doğru yol aldıkça içimi kasıp kavuran öfkenin esirine dönüşmemek adına, otobüste bulunan bayanlara ayıp olmasın diye Ermeni’nin yedi ceddine sövmemek için camdan dışarıyı seyretmemeye gayret gösteriyordum. Ama ne mümkün?! Her gördüğümüz yıkımlar içimizi parçalıyordu: her yıkılmış ev bir umudun ortadan kalkmış haliydi. Nice hayaller suya düşmüştü bu evlerde kim bilir?! Belki de binlerce kişi bu evleri görmenin hayaliyle göçünü sürüp gitmişti ötelere. Bakü’de ve Azerbaycan’ın diğer şehirlerinde yıllardır göçmen kamplarında yaşamış insanların silüetleri beliriyor gözlerimin önünde. Nicelerine tanık olduk evlerinin ziyaretine gelip ‘‘evimiz galiba burdaydı’’ diyen insanlar mı ararsın, yakınlarının paramparça olmuş mezar taşlarına sarılıp ağlayanlar mı dersin… Bunları bizlere yaşatanları asla…